KitabYurdu » Kitab » Dünya Ədəbiyyatı » Ken Kesey - Guguk Kuşu


Şeçilmişlər Ken Kesey - Guguk Kuşu

ADI:
Guguk Kuşu
REYTİNQ:
  • +12
MÜƏLLİF:
DİL:
FORMAT:
ÇAP İLİ:
2007
ÖLÇÜSÜ:
332 KB

Orada, dışarıdalar.

Beyaz giysili kara oğlanlar... holde o biçim işler çevirecekler... cinsel dümenler... sonra, ben onları yakalamadan işi yerleri paspaslamaya çevirecekler...

Koğuştan çıktığımda paspas yapıyorlar. Üçü de her şeyden nefret ediyor; saatten, günden, çalıştıkları yerden, çevredeki insanlardan. Böylesi nefret doluyken en iyisi beni görmemeleri. Duvarın dibinden yürüyorum. Ayağımdaki lastiklerin kenarlarında biriken tozlar kadar sessiz atıyorum adımlarımı. Ama gel gör ki, adamların özel, duyarlı aygıtları var. Korkumu algılıyorlar hemen. Başlarını kaldırıp bakıyorlar. Üçü birden. Eski bir radyonun arkasındaki lambalar gibi donuk donuk parlayan gözleri, kapkara suratlarında yuvalarından fırlamış.

''İşte Reis. Reis ki ne Reis çocuklar. Bizim Süpürgeler Reisi. Al bakalım, Süpürgeler Reisi."

Elime paspası tutuşturuyorlar. "Temizle" diye bir yer gösteriyorlar, başlıyorum temizliğe. Çabuk yürümem için biri, süpürgenin uzun sapıyla bacaklarımın arkasına bir tane indiriveriyor.

"Nasıl da kıçım kaldırıp koşuyor! Koskoca herif, ama ben höt dedim mi kuzulaşıveriyor!"

Gülüyorlar. Kafa kafaya verip fısıldaşmalarını duyuyorum ardımda. Kara makinenin homurtusu. Nefretle homurdanıyorlar, ölüm ve diğer hastane sırlarını. Ben yanlarındayken nefret dolu sırlarını rahatça açığa vurabiliyor, konuşabiliyorlar. Çünkü benim sağır ve dilsiz olduğumu sanıyorlar. Yalnız onlar mı? Herkes beni sağır ve dilsiz bellemiş. Onları aldatacak kadar kurnazım. Kurnazlığımı damarlarımda dolaşan kanın yarısının Kızılderili olmasına borçluyum. Bu pis hayatımda yarı Kızılderili olmamın tek yararı bu bana.

Koğuş kapısının yanında paspas yapıyorum. Birden anahtar şakırtısı duyuyorum öte yandan. Büyük Hemşire bu. Hemen anladım. Kimse anahtarı kilide onun gibi sokamaz. Yumuşak, çabuk, tamdık bir ses. Yıllardır kilitlerle haşır neşir olduğundan, böylesine tanış sesler çıkarıyor. Yanı sıra soğuğu da getirerek kapıdan kayarcasına çıkıyor. Ardından kilitliyor kapıyı. Parmaklarının çelik kapının üzerinde gezindiğini görüyorum bir an. Her tırnağı dudağıyla aynı renk: garip bir portakal rengi. Kaynak makinesinin ucu gibi. Hem buz, hem de cehennem bir renk. Size dokunsa soğuk mu sıcak mı olduğuna bir türlü karar veremezsiniz.

Ağustosta fokur fokur kaynayan karayolunun yanında Umpqua kabilesinin sattığı sepet örgüsünden bir çanta var elinde. Kenevir saplı, çanta biçiminde bir gereç kutusu. Buraya geldiğimden beri hep taşır bunu. Örgü sık değil; yandan bakınca içini görebiliyorum. Kadınların taşıdığı şeyler yok: dudak boyası, pudriyer falan. Görevi sırasında kullanması gereken binlerce parçayla dolu içi. Tekerlekler, dişliler, pırıl pırıl parlayana dek ovulmuş çarklar, porselen gibi parıldayan haplar, iğneler, forsepler, saat tamircisi kerpetenleri, bakır tel...