KitabYurdu » Kitab » Dünya Ədəbiyyatı » Virginia Woolf - Deniz Feneri


Şeçilmişlər Virginia Woolf - Deniz Feneri

ADI:
Deniz Feneri
REYTİNQ:
  • +8
MÜƏLLİF:
DİL:
FORMAT:
ÇAP İLİ:
-
ÖLÇÜSÜ:
340 KB

Yirminci yüzyılın ilk yansında yazılan İngiliz romanlarına şöyle bir bakarsak, geleneğe uyarak roman yazanların yanında o zamana dek süregelen roman biçimini konu, biçem ve teknik yönden hepten altüst edip kendi geliştirdikleri kişisel kurallara göre yazanlar olduğunu da görürüz. Bildiğimiz roman kalıbı içinde günün toplumsal sorunlarını ele alıp işleyen romancıların yanında, sadece kendi özel görüş ve düşüncelerini yansıtmak, ya da, düşünce ve kuramları da bir yana bırakıp yalnız kendi iç dünyalarını, izlenimlerini okuyucuya iletmek amacı ile yazanlar da önemli bir yer tutmakta ve bunlar eski biçim yazan romancıları modernlerin dışında saymaktadırlar.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında yazılan İngiliz romanlarını genellikle üç küme içinde toplayabiliriz: Eski biçim toplumsal içerikli romanlar, biçime ve biçeme önem vermeden yazılan düşün ve görüş belirten romanlar; bireyin yalnız iç dünyasını yansıtan psikolojik romanlar.

Galsworthy, Arnold Bennett, H. G. Wells gibi romancılar birinci kümedendir. Geleneğe uyarak yazmışlar, biçemlerinde ve tekniklerinde bir ayrıcalık, bir yenilik göstermemişlerdir. Yapıtlarında bildiğimiz biçimde bir konu vardır. Araya ya bir güldürü, ya bir ağlatı, ya da bir sevgi öğesi karışır. Hepsi de toplumsal sorunlarla uğraşır. Virginia Woolf «Modern Roman» başlıklı yazısında H. G. Wells, Arnold Bennett ve Galsworthyden sözederken, «Bu üç yazara bir kelime ile Materyalist’ler diyebiliriz. Bu yazarlar ruhu bir yana bırakıp bedenle ilgilendikleri içindir ki umutlarımızı boşa çıkarmışlardır. İngiliz romanı, elinden geldiğince nezaketle ve hızla onlara arkasını dönüp başka yönlere doğru açılırsa hakkında daha hayırlı olur duygusu uyanmıştır içimizde,» der.

D.H. Lawrence ve Aldous Huxley romanı, düşünce ve görüşlerini yansıtan bir araç gibi kullanan ikinci küme yazarların başında gelirler. Bu yazarlar psikolojik romana yönelmişler ve özellikle cinsellik psikolojisini ele almışlardır. Onları ilgilendiren, bireyin cinsel dünyasıdır. Biçeme fazla önem göstermezler, içlerinden nasıl geliyorsa öyle yazıyor gibidirler.

Yine psikolojik romana yönelmelerine karşın, cinsellik konusu gibi belli bir noktaya saplanmayıp bireyin günlük yaşamını, bilinç akışı ile birlikte ve olduğu gibi tüm karmaşıklığıyla yapıtlarına yansıtmayı amaç edinen, biçem ve biçime özen gösteren üçüncü küme modernlerin başında James Joyce ile Virginia Woolf gelir. Bu kümedeki yazarlar romanda o zamana değin benimsenen anlamda konu, bu konu içine karıştırılan sevgi, güldürü, ağlatı adına ne varsa tümünü bir yana bırakmışlar ve sadece bireyin izlenimlerini, bu izlenimlerin getirdiği çağrışımları yapıtlarına konu edinmişlerdir. Virginia Woolf şöyle diyor.

«Yazar kendi istediği için değil, salt tutsak olduğu güçlü ve amansız bir buyurganın zoru ile yapıtına bir konu sağlamaya, bir güldürü, ağlatı, sevgi öğesi sokmaya ve yapıtını eksiksiz ve tam kılacak bir gerçek havası yaratmaya yöneltilmektedir. Yarattığı kişiler canlansalardı kendilerini tepeden tırnağa kadar günün en son modasına uygun olarak giyinmiş bulurlardı. Buyurgana boyun eğilir. Roman tam istenildiği gibi eksiksiz bir biçimde yazılır. Ama sayfalar geleneğin gerektirdiği gibi yazılıp dolduruldukça, önce arasıra, sonra gittikçe daha sık, içimizde, bir an gelip geçen bir kuşku uyandığını, bir başkaldırının kabarıp kaybolduğunu algılarız. Yaşam böyle midir? Romanlar böyle mi olmalıdır? Kendi içinize bakın, göreceksiniz ki, yaşam böyle olmaktan çok uzaktır. Sıradan bir zihni, rastgele bir günü ele alın. Zihin binlerce izlenim alır. Küçük, fantastik, hemen gelip geçen, ya da zihne bir çelik keskinliği ile saplanan her türden binlerce izlenim. Bu izlenimler her yandan üzerimize, ardı arası kesilmeyen bir atom sağanağı halinde boşanır ve bu atomlar boşandıkça bir pazartesi, bir salı gününü oluşturdukça, temelde öncekilerden büsbütün ayrılır. Önemli an dün şurada ise bugün buradadır, öyle ki, eğer yazar tutsak olmayıp özgür bir insan olsaydı, zorunlu olduğunu değil de istediğini yazabilseydi, yapıtını gelenek üzerine değil de, kendi duyguları üzerine kurabilseydi, o zaman yapıtında bilinen anlamda ne konu, ne güldürü, ne ağlatı, ne sevgi, ne de bir karakıyım olurdu; ve herhalde ne de günün en son modasına göre dikilmiş bir düğme! Yaşam bakışık bir biçimde sıralanmış görüntülerden oluşmaz, yaşam bizi tüm bilincimizle sarıp kuşatan ışıklı bir ayla, yarı saydam bir zardır. Romancının görevi, ne denli düzensizlik, ne denli karışıklık gösterirse göstersin, durmadan değişen bu bilinemeyen, bu başıboş ruhu, elinden geldiğince, yabancı ve dış öğeler karıştırmadan anlatmak değil midir? Biz yürekliliği ve içtenliği savunuyoruz, romanı oluşturan gereçlerin, geleneğin gösterdiğinden biraz daha farklı olduğunu anlatmak istiyoruz.

«Bugünkü yazarlar arasında James Joyce en önemlisidir. Günümüzün yazarları, romancının genellikle boyun eğdiği geleneklere karşı gelmek pahasına da olsa, yaşama daha çok yaklaşmaya; kendilerini ilgilendiren ve heyecanlandıran şeyleri daha bir içtenlikle saptamaya çalışıyorlar. Atomları zihnimize düştükleri sıra içinde saptayalım, gördüğümüz her şeyin, her olayın bilincimize çizdiği şekli, görünüşte ne denli dağınık, ne denli ilgisiz olursa olsun, yapıtımıza olduğu gibi yansıtalım. Yaşamın ille herkesin önemsediği şeyde olduğunu kabul etmeyelim... Materyalist diye adlandırdıklarımızın tersine Mr. Joyce ruhsaldır, Joyce her ne pahasına olursa olsun, haberlerini beynin yollarından gönderen içimizdeki o alevin titreşimlerini aydınlatmayı kendine amaç edinmiştir, bunu yapabilmek için de tam bir yüreklilikle ona gelgeç görünen her şeyi, ister gerçekçilik havası, ister biçemde akıcılık olsun, yüzyıllardır romancıya yardımcı olan işaret direklerinin hepsini hiçe saymıştır.